Sait Faik 105 Yaşında

Kasım 18, 2011



Sait İçin (17-05-1954)
Bedri Rahmi Eyüboğlu

Uzun bir yolculuktan sonra, uçakla döndüğümüz gece, Yeşilköy’e gelen dost yüzler arasında Sait de vardı. Günlerden perşembe olduğu için onu Yeşilköy’de görmek beni şaşırtmadı. İki üç senedir bizim atelyenin perşembe akşamlarına katılıyordu. O akşam da atelyede buluşmuşlar, acentanın otobüsüyle meydana gelmişlerdi. Yüzü gülüyordu. Onu, en yakınlarının arasında ve neşeli görmek içime hatırı sayılır bir sevinç katmıştı. Bu sevincin hızı ile bir dahaki perşembeye sakladığım sürprizi çantadan çıkardım. Dostlar için tadımlık, ufak bir şişe viski. Hani şu cebe sığacak boyda, yassı, çakıltaşı gibi şişelerden, otobüste bizbize olduğumuz için herkes bir yudum alıyor. Sıra Sait’e gelir gelmez kırdığım potun büyüklüğünü anlıyorum.

Altı yedi seneden beri, Sait’e içkinin yasak olduğunu bildiğimiz halde birimiz olmazsa bir başkası onun oruçlu olduğunu boyuna unutuyor; onun yanında oruç bozuyorduk. İlk zamanlar dayanamıyor, bırakıp gidiyordu. Sonraları ağzına bir damla içki koymadan eş dost sofrasına katılmağa başladı. O akşam, uçak alanına gelenlerin neşesini kaçırmamak için olacak yassı şişeden bir yudum tattı, yahut içer gibi yaptı. Şişenin üstündeki adı yüksek sesle okudu:

― Vay anasını be! «Beyaz At». Barut gibi bir şey… ―diyordu.

Otobüs Taksim’e gelene kadar hep beyaz at lafı edildi. Taksim’de tekrar kucaklaşıp ayrıldık.

Nisan ayının yirmi dokuzu günlerden bir perşembe idi. Bir hafta sonra Sait’i bekledik. Geç vakte kadar gelmedi. Hastaneye kaldırıldığını duyduğumuz zaman, iş işten geçmişti. Yanına kimseyi bırakmıyorlardı.

Sait’i o tarihten tam yirmi sene önce Beyoğlu’nda Saray sineması karşısındaki bir kahvede tanımıştım. O günler Cahit Sıtkı ile Sait’i sık sık bu kahvede görürdüm. Bir ara bizim masaya iskemlelerini yaklaştırdılar. Beş on dakika içinde her ikisiyle de kırk yıllık dostlar gibi senli benli olduk. O günden sonra Sait’e resim sergilerinin hepsinde rastladım diyebilirim. Sergilerin hiç birini kaçırmıyor, fakat ne resimler ne de ressamlar üstüne söylenenlere, yazılanlara karışıyordu. Yedi, sekiz sene evvel, haftalık dergilerden birisi hesabına röportaj yapmak üzere sergimize uğradığı zaman pek keyifli değildi. Bana bir şeyler soruyor, sonra kendi sorusu ile kendisi alay ediyordu.

Söz resmin teknik tarafına girince ben coşmuştum, bir ara eni konu kızdı:

― Amma da uzattın be kardeşim, şunu daha kısa kesemez miyiz sanki?

― Bak reis ―dedim―. Sözün kısası sen bu sergiden çıktığın zaman bizden birkaç renk, birkaç biçim götürebiliyor musun? Öyle renkler, öyle biçimler ki, yolda yürürken aklına gelsin. Bugüne kadar hiç görmediğin bilmediğin şeyler olsun. Kafanda yer etsin. Mavi olmasına mavi ama bir acayip mavi, şimdiye kadar gördüğüm mavilerin hepsinden donuk, yahut hepsinden parlak, bir türlü adlandıramayacağım, tarif edemeyeceğim ama bir daha gördüğüm zaman sevineceğim bir mavi. Bir kırmızı, bir yeşil…

Sözün burasında Sait’in yüzü güldü:

― Şöyle söylesene be birader, bak şimdi bir şeyler anladım.

― Peki öyleyse, söyle bakalım. Sergimizden sende bir şeyler kaldı mı?

― Kaldı. Bir yeşil!

― Nasıl bir yeşil!…

― Bir zehir yeşili.

Günlerden bir gün zehir yeşiline Beyoğlu’nun göbeğinde salına salına yürürken rastladık. Taksim’de buluşmuş, Sait’le atelyeye gidiyorduk. Tam bizim sokağın başında bir çingene kızına rastladık. Sırtında iki kucak zehir yeşili vardı. Hani şu dikenli yapraklarının ucunda boncuk boncuk kırmızı tohumlar sarkan kokinalar. Kucağında, karmakarışık bezler arasında iki, üç aylık bir bebek…

İkimiz de kocaman bir gemi seyreder gibi çingene kızını seyre daldık. Tam yanımızdan geçerken,

― Bak ―dedim―. Benim dükkânım şuracıkta. Gel otur, senin bir resmini yapacağım.

Pazarlık ettik. Bu küçük orman parçasını Sait’le atelyeye getirdik. Ben hemen krokiler çizmeğe başladım. Ama bizim Sait rahat durmaz,

― Bu kucağındaki çocuk kimin?

― Kimin olacak benimdir. Babası askerdedir.

― Peki ya karnındaki?

― Kimin olacak o da kocamdandır. Çok şükür.

― Atıyorsun… hem kocam askerdir, diyorsun hem de…

― Tübe, tübe iftira edersin, iftira edersen eline ne geçer çakır gözlü küçük beyciğim.

Sait’le bizim model bu minval üzere münakaşalara giriştiler. Bir taraftan da kundaktaki bebek kıyameti koparmağa başladı. Bu hengâme arasında yangından mal kaçırır gibi birkaç desen çizebildim. Bütün yalvarmalarıma rağmen, Sait kadıncağızı bir saniye rahat bırakmadı.

O eyyam Sait’le bazen iki üç gün üst üste buluşur; sonra, iki üç ay birbirimizi arayıp sormazdık. Müşterek bir sürü dostlarımız vardı. Dikkat ederdim hemen hemen hepsiyle kurduğu dostluklar aynı tempo ile işliyordu. Birkaç ay meydandan kaybolduğu zaman eşe dosta sorardım. Kimi uzun zamandır görmediğini söyler, kimi geçenlerde birkaç gün üst üste buluştuk derdi.

İçkiyi henüz kesmediği günlerden bir gündü. Beyoğlu’nda buluştuk. Bana,

―Sen hiç Ziba mahallesi diye bir yer duydun mu? ―diye sordu.

Böyle bir yerden haberim yoktu. Beyoğlu’nun yan sokaklarından birisine saptık. Kasımpaşa’nın Kurtuluş taraflarına uzayan yollarından geçtik. Vakit gece yarısını geçmişti. Hiç bilmediğim karanlık sokaklardan sonra gayet patırtılı birkaç kahve, birkaç meyhane arasında karar kıldık. Kahvelerden birisinde Sait’in ahbapları seslendiler. Ağır kamyon şoförlerine benziyorlardı. Bütün hallerinde uzun yolların hantal arabaların, belâlı yolculukların izleri vardı. Sait’i uzun zamandan beri tanımamış olsalar onunla bu kadar rahat konuşamazlardı. Masalarına yaklaştık. Bize gayet cömert ikramda bulundular. Sonra yandaki kahvelerden birisine geçtik Sait,

― Bak ―dedi―, ha bu uşaklar senun memleketludurlar…

Kırk beş elli yaşlarında bir adam kemençe çalıyordu. Onun yanıbaşında yedi sekiz yaşlarında bir çocuk aynı gayretle kendi kemençesini işletiyordu.

Bir Karadeniz havası ki sorma gitsin. Bütün mahalle ortasından koca bir testereyle ikiye bölünüyor sanırdınız. Yaşlı kemençeci kahvenin sahibiymiş, o kalktı. Onun kemençeyi kestiğinin farkına bile varmayan küçük habire kemençenin yayına çekiştiriyor, akla, hayale gelmeyecek sesler çıkarıyordu. Meğer küçüğün vazifesi sadece babasının sazına azamî gürültü çıkararak katılmakmış! Sait bir tablo seyreder gibi çocuğu seyrediyor, ikide bir,

― Vay anasını be!… Ulan bu sadece gürültü çıkarıyor, hiç bir şey çaldığı yok! ―diyordu.

Ziba mahallesinden Beyoğlu’na döndüğümüz zaman saat gecenin üçünü geçmişti. Beyoğlu’nda her yer kapalı idi. Yalnız bazı dükkânların kepenkleri altından ışık sızıyordu. Sait bunlardan birisine kabaca bir tekme attı. Kepenk aralandı. Girdik. Gene demin Ziba’da rastladığımız insanlara benzeyen kalender insanlar içki içiyorlardı. Sait bana bunları adlarıyle ve çoğunun adlarının başına, sonuna küfürler katarak tanıştırdı.

Taksim’de ayrılırken şafak söküyordu.

İçki yasağına kadar, yani altı, yedi sene evveline kadar Sait’in hayatı ufak tefek duraklarla bu tempoda işledi sanıyorum.

İstanbul’u, karış karış biliyordu. İstanbul’u turist gibi değil, yerlisi gibi değil; polisi, jandarması, bekçisi gibi değil, babasının evi gibi, cebinin içi gibi biliyordu.

İstanbul yedi tepeye kurulmuş derler, bu tepelerden sekizincisi de Sait’in kurduğu tepe olmalı. İstanbul’u Sait’in dilinden, Sait’in eserinden tatmamış olanlar, istedikleri kadar yerlisiyiz desinler, Sait’i okumadıkça Sait’in dilimize getirdiği ışıkla İstanbul’u kana kana seyretmedikçe, doğup büyüdükleri memlekette birer turist olarak yaşıyorlar demektir.

Dört, beş seneden beri onunla daha muntazam aralarla buluşuyorduk. Bizim yazma tezgâhına merak salmıştı. Kaç defa yazma basarken bir kenara ilişir, uzun uzadıya seyrederdi.

Halk sanatkârlarına, halk arasında kök salmış elişlerine büyük bir sevgi ile bağlanıyordu. Bu sevgi «Gün Ola Harman Ola» yazısında elle tutulacak hale geliyordu. Sait’in Mercan ustasını okurken ağladığımı kendisine söyleseydim bana muhakkak küfrederdi. Fakat eğer o yazının içinde, ılık, yaz denizleri kadar ılık gözyaşları yoksa, eğer Sait o yazıyı yazarken ağlamadıysa bileklerimi keserim.

Tunç Yalman’ın Sait için yazdıklarını okurken sevgiden, başıboş, hayırsız, bedava sevgiden, kardeş yüreklerin iki deli ırmak gibi birbirine karışıp köpüren sevgisinden de boğulacağım sandım. Hiçbir aşk şiiri, sevgi edebiyatı Tunç’un Sait’e Mercan Ustaya karşı duyduğu, belirttiği sevgi kadar beni sarmadı diyebilirim. Tunç, Sait’e karşı beslediği bu yürekler dolusu sevgiyi daha önce Sait yaşarken belirtti mi bilmiyorum. Fakat o yazıyı okurken şunu büyük bir kuvvetle duydum:

― Sevgilerimizi sıcağı sıcağına taze taze belirtmek ne güzel şey. Niçin kana kana sevdiğimizi sevgimizi, bütün hızı ile hemen belirtmiyoruz? Böyle bir sevginin ne kadar yaratıcı, ne kadar verimli ne kadar yapıcı olduğunu niçin fark etmiyoruz?

Sait’i sevenler daha ne kadar güzel şeyler yazacaklar. Sait’in eseri bu yazılarla daha çabuk yayılacak, memleketimizin en tenha köşelerine kadar uzanacak. Fakat şurası da muhakkak ki, eğer bu yazılacak olanların onda biri Sait yaşarken yazılmış olsaydı belki onu daha uzun müddet aramızda bulurduk. Sahici sanatkârların hepsi gibi Sait de hiç durmadan eserinden şüphe ediyor, hiç durmadan için için kendini kemiriyordu. Zaman zaman tamamıyle tesadüflere borçlu olduğumuz anket sualleri de sorulmasa attığı taşın nereye kadar ulaştığını, kimlere deyip kimlere deymediğini kolay kolay öğrenemeyecekti.

Sait dilimize getirdiği lezzetin, değerin farkında idi. Fakat hiçbir zaman bu kadariyle yetinmiyor, çok daha iyisini, daha mükemmelini istiyordu: Bizler eli kalem tutanlar onu yeter derecede destekledik mi? Zannetmiyorum.

Sait’in eseri de Orhan Veli’nin şiirleri gibi gün geçtikçe daha çok ışıldayacak. Bizlere de bu büyük sanatkârları yakından tanımış olmak, onlarla aynı şehirde, hemen hemen aynı şartlar içerisinde yaşamış olmak tesellisi kalacak.

Yedi tepeye kurulmuş pul pul

Gümüş gümüş balıkları pul pul

Orhandan Saidden örülmüş canım İstanbul

 

Delifişek (Sanat Yazıları), Bedri Rahmi Eyüboğlu, bilgi yayınevi, Temmuz 1975, Ankara, sf.191-198 

Benim metni aldığım kaynakta malesef yine (hep olduğu gibi) yazının ilk olarak nerede, hangi tarihte yayınlandığı belirtilmemiş. Emin olmamakla birlikte internette bulduğum bir kaynak yazının Sait Faik’in ölümünden bir hafta  (6 gün) sonra 17 Mayıs 1954’te Cumhuriyet gazetesinde yayınlandığını söylüyor. Kitaptaki yazım özelliklerine harfiyen uydum ama Cumhuriyet’teki ilk metnin aynısı mıdır, emin değilim. Yazının orjinalinde boldlar olduğu için dikkat çekmek istediğim yerlerin altını çizmekle yetindim.

Sait Faik’in 105’inci doğumgünü üzerine daha güncel bir yazı için tıklayınız.

Hamiş: Sait Faik 18 ya da 22 yahut 23 Kasım 1906’da Adapazarı’da doğdu. 11 Mayıs 1954 Salı günü Şişli’deki Marmara Kliniği’nde öldü.

İyi ki doğdun, ne çok şey gösterdin, ne çok şey öğrettin, ne güzel abimiz, ne güzel ustamız oldun sen Sait Faik!..

Bir Yanıt to “Sait Faik 105 Yaşında”

  1. […] Bülent Kale’nin “newalaqasaba” adlı mekânında karşılaştım. (bkz: https://newalaqasaba.wordpress.com/2011/11/18/sait-faik-105-yasinda/) İşbu yazıdan ilginç bir bölüm/hikâye […]

Yorum bırakın