“(…)

Uzaktan bir grup kadının bana doğru geldiğini gördüm. Elbiselerindeki renklerin saçtığı neşeden Kürt olduklarını anlıyorum. Bitki kökleri çıkarıp, ot toplamakla meşguller. Benim gelip etrafıma daire şeklinde oturarak dinlenmelerini istediğim yere doğru dümdüz ilerliyorlar.

Bu Kürt kadınlar neşeli oldukları kadar güzeller de. Parlak renkler giyiyorlar, başlarında parlak turuncu örtüler var, entarileri yeşil, mor ve sarı renklerde. Uzun boylular ve başları yukarıda uzağa bakarak yürüyorlar, onları böyle muhteşem gösteren de bu. Bronz rengi yüzlerinde düzgün yüz hatlarına sahipler, kırmızı çeneli ve genel olarak mavi gözlüler.

Kürt erkekler ise çoğunlukla Lord Kirchener’in ben çocukken kreşte asılı renkli portresindeki gibiler. Kırmızı tuğla gibi bir yüz, koca kahverengi bıyıklar, mavi gözler, savaşçı ve mağrur bir hava!

Dünyanın bu parçasında Arap köyünden çok Kürt köyü var. İki halkın insanları da aynı yaşam tarzına sahip, aynı dine mensuplar ama Kürt kadınlarıyla Arap kadınlarını hiçbir zaman karıştırmazsınız. Arap kadınlar istisnasız sessiz ve çekingenler, onlarla konuştuğunuzda başlarını başka yöne çevirirler ve eğer size bakacak olurlarsa, bunu uzaktan yaparlar. Uzaktan yarım gözle bakarken, mahcup gülümserler. Çoğu zaman siyah ve koyu renk elbiseler giyerler. Ve hiçbir Arap kadın bir erkeğe yanıt veremez. Farklı olarak, Kürt kadınlar kendi düşüncelerini söylemekte tereddüt etmiyorlar, erkekler kadar iyi olduklarından şüpheleri yok, hatta daha iyi olduklarından! Sabah evlerinden çıkıyor ve ilk karşılaştıklarıyla şakalaşmaya başlıyorlar ve günleri çoğunlukla neşe içinde geçiyor. Kocalarına karşı gelmekten çekinmiyorlar. Kürtlerle daha önceden alışverişi olmayan Cerabluslu işçiler büyük şok içindeler:

“Saygıdeğer bir kadınla kocasının birbirlerine böyle bağırdıklarını duyacağım hiç aklıma gelmezdi. Utançtan yerin dibine geçtim.”

Bu sabah benim Kürt kadınlarım yapmacıksız bir ilgiyle inceliyorlar beni ve hakkımda müstehcen yorumlar yapıyorlar. Halleri çok arkadaşça, beni işaret ediyor ve gülüyorlar, sonra bana sorular soruyorlar, ardından iç çekip başlarını sallayarak dudaklarını ısırıyorlar. Bunlarla bana açıkça şöyle diyorlar:

“Ne yazık, birbirimizi anlayamıyoruz!”

Elbisemin eteklerini bir ucundan tutup dikkatle inceliyorlar. Kol yenimi çekiştiriyor ve kabarıklıkları gösteriyorlar. Ben Hoca’nın mı karısıyım? Başımla onaylıyorum. Sonra bana ardı ardına bir sürü soru soruyorlar, sonra vereceğim yanıtları anlayamayacaklarının farkına vararak gülmeye başlıyorlar. Söylemek bile gereksiz, doğurduğum çocuklar ve yaptığım düşükler hakkında her şeyi bilmek istiyorlar.

Sonra bana topladıkları otların ve yaprakların neye yaradığını açıklamaya çalışıyorlar. Beyhude bir çaba! Yeniden bir toplu gülüşme. Ayağa kalkıyorlar, gülümsüyorlar ve yine kendi aralarında konuşup gülüşerek uzaklaşıyorlar. Bana parlak canlı renklerden bir buket çiçeği hatırlatıyorlar. Çamurdan evlerde, belki de ancak birkaç parça kap kacakla, yaşıyorlar ama neşeleri ve gülüşleri çok sahici, çok içten. Rabelais’e özgü bir parça alaycı neşeyle yaşamayı hoş buluyorlar. Bu kadınlar güzeller, güçlüler ve hayat dolular.

(…)”

Tepe Sialk MÖ 5000

Agatha Christie ikinci eşi arkeolog Max Mallovan‘la 1930 yılında Irak’ta Ur antik kentine yaptığı bir gezide tanıştı ve ardından ölümüne dek süren evliliklerinin ilk yıllarında (1930-38) daha güneydeki Ur ve Ninova‘nın dışında Yukarı Habur Havzasındaki Tell Arpachiyah, Tell Chagar Bazar, Tell Brak höyüklerindeki kazılara da birlikte katıldılar. Christie daha sonra Mezopotamya’da kazılarda geçen bu yılları, Come, Tell Me How You Live isimli kitabında anlattı. Yukarıdaki metin bu kitaptan alıntıdır. Boldlar bana ait.

Bu metne çeviri demek doğru olmaz, sanırım. Çünkü ben metnin Fransızcasını buldum, çeviri programlarından İngilizce ve İspanyolca çevirilerini aldım. Cümle cümle karşılaştırarak, arada tahmin ederek ya da yorumlayarak bu metne ulaştım. Şöyle söylemek daha doğru; kitabın bir yerinde yaklaşık olarak böyle bir metin olması lazım.

Elde kitap olmadığı için hangi sayfalarda olduğunu yazamıyoruz ama hangi yörede olduğunu da yazamıyoruz. Yukarı Habur havzası (ve 1935-38 yılları arasında) olduğu kesin ancak Tell Brak mı, Tell Chagar Bazar mı, Tell Arpachiyah mı, kitabı okumadan söylemek zor. Aşağıdaki figürler ise ilk olarak Max Mallowan tarafından Tell Brak’taki Göz Tapınağında ortaya çıkarılan ve British Museum’da korunan meşhur ve gizemli Tell Brak göz figürleri

“(…)

Arjantin deneyiminden bahsedeceğim. Ama nereden başlamalı? Kaybedilmiş bir oğulun odasını gün gün, yıl yıl yeniden derleyip toplayan ve her akşam oğlunun işten dönünce içmeyi sevdiği çorbayı hazırlayan annesinden mi? O çorba, sahipsiz, soğuyordu masada. Kaybedilmiş bir kadının kızının rüyasından mı? Şu rüyasından: “Annem 47. Sokak’ta oturuyormuş. Ben de onu ziyarete gidiyorum ama ona sarılmaya korkuyorum, annemin ben bunu yapar yapmaz bir hayalete dönüşmesinden korkuyorum.” Bu oğul annesinden kaybedileli çok zaman oldu ama daha hiçbir şey geçmedi. Ve geçmeyecek; oğulun kemikleri bulunup anılabileceği, hatırlanabileceği bir yere konuluncaya kadar geçmeyecek. O anne ve kızı o acıyı neden çektiklerine dair her şeyi öğreninceye kadar geçmeyecek. Adaleti bu gerçekler belirleyinceye kadar geçmeyecek.

Toplama kampının kapıları kapatıldı diye, fırınlar artık söndü diye cehennem de ortadan kalkıvermez. Arjantin’deki askeri cehennem sona ereli yirmi beş yıl oldu ama yüz binlerce insan –kayıpların çocukları, anaları, babaları, kardeşleri, akrabaları, dostları- hâlâ belleklerde tütüp duran ve söndürmenin yolu olmayan cehennemin bu ikinci evresini yaşıyorlar. Primo Levi’nin Coleridge’den hatırladığı bir şiirde “O gün bu gündür, olmadık zamanlarda/ bu acı gelir beni yoklar/ ve galiba benim korkunç hikayem anlatılıncaya dek/ bu yürek içten içe yanıp duracak” der ihtiyar denizci. Bugün pek çok Arjantinli, Uruguaylı, Şilili, Orta Amerikalı ve dünyanın başka yerlerindeki pek çok ulus için bu şiirsel dizeler hayatın ta kendisidir ve aynı acı her gün yüreğimizi yakıp durmaktadır.

(…)”

Hayatının büyük kısmını oğlunun, gelinin ve torununun izini sürerek, onlar için adalet arayarak geçiren Arjantinli şair Juan Gelman dün (14 Ocak 2014) hayatını kaybetti. Yukarıda Gelman’ın 28-29-30 Kasım 2008 tarihlerinde Salamanca Üniversitesi’nde düzenlenen Birinci Uluslararası Tarihsel Bellek Buluşması’nda yaptığı açılış konuşmasından bir bölüm okudunuz. Juan Gelman’a dair daha detaylı bir yazıyı ve başka bir kaç şiirini şuradan okuyabilirsiniz. Aşağıda ise Gelman’ın Violin y otras cuestiones (1956) isimli ilk kitabının ilk şiirini okuyacaksınız. Şiirin adı Epitafio yani Mezartaşı Yazısı.

Mezartaşı Yazısı

Bir kuş yaşıyordu bende.
Bir çiçek dolanıyordu kanımda.
Yüreğim bir kemandı.

Sevdim ya da sevmedim. Ama ara ara
sevildim. Bana da neşe
kattı: ilkbahar, tutuşan eller,
mutluluğa özgü tüm şeyler.

İşte böyle olmalı insan!

(Burada bir kuş yatıyor.
Bir çiçek.
Bir keman.)

Aşağıdaki fotoğrafta soldan sağa Oscar Smoje, Juan Gelman ve Paco Urondo bir gaz lambasının çevresinde Noticias gazetesinin kapağını tasarlıyorlar.Yıl 1973, elektrikler kesik. (Kaynak: El Ortiba)

Mahmoud Darwish

****

Gerçek şiir, kişisel deneyimden kolektif deneyimi süzen çok özel bir kimyasal karışımdır. Şiir, daha katlanılabilir bir gerçekliği fark ettirmek için mecazlara ihtiyaç duyar ve bu mecazları yaratır. Cezaevindeyken şiirsel bir bakış açısından işkencecimi bir mahkûm olarak görüyordum, kendimi ondan daha özgür hissediyordum, çünkü benim sadece özgürlüğümü elimden almışlardı, kendimde ötekini tanıma becerim hâlâ yerindeydi. Fikrim değişmedi. Düşmanın sayısız maskesi var. Ortak yanlarımız mevcut ve bu karmaşık insani şartlarda rollerin değişmesi de mümkün. Ama ben düşmanın benim için seçtiği o fotoğrafa sıkışmak istemiyorum. Kaybedenlerin yanında bir yer seçtim. Kendimi Troyalı bir şair gibi hissediyorum. Kendi yıkımlarını anlatma hakkından bile feragat eden o şairlerden biri gibi.”

 ****

“Bu arada,  kamplara her yolum düştüğünde ya da televizyonu her açtığımda hep aynı fotoğrafı görüyorum: Taşıyabildiği eşyalarını ve çocuklarını sırtlamış, Refah, Gazze ya da Lübnan’daki bir kamptan kaçan bir kadın. Çığlık attığını görüyorum. Ellerini semaya kaldırdığını. Ama sema cevap vermiyor. Bu kadın yıllar önce benim annemdi, sonra kız kardeşime dönüştü ve şimdi belki de benim kızım.

 ****

“Sürgün benim bir parçam. Sürgünde yaşarken toprağımı yanımda taşıyorum. Toprağımda yaşarken sürgünü yanımda hissediyorum. İşgal sürgündür. Adaletin yokluğu sürgündür. Saatlerce bir askeri kontrol noktasında beklemek sürgündür. Geleceğin şimdiden daha iyi olmayacağını bilmek sürgündür. Bekleyen günler her zaman daha kötüdür bizim için. Bu, sürgündür.

****

Bugün Filistinli şair Mahmud Dervişin ölümünün 5.yıldönümü. Yukarıdaki alıntılar farklı yerlerde verdiği röportajlardan seçilmiştir. İspanyolcalarını şuradan ve şuradan okuyabilirsiniz. (Boldlar bana ait.)

E. Said ve M. Derviş

“(…)
[Jean] Améry gibi ben de Lagere, inançsız birisi olarak girdim ve inançsız birisi olarak özgürlüğe kavuşup, bugüne dek öyle yaşadım; tam tersine, Lager deneyimi, onun korkunç adaletsizliği, inançsızlığımı pekiştirdi. Herhangi bir ilahi takdiri ya da aşkın adaleti kavramamı engelledi, bugün de engelliyor. Neden ölmek üzere olan insanlar hayvan vagonlarında taşınmıştı? Neden çocuklar gaz odalarında öldürülmüştü? Ancak (gene bir tek kez) teslim olmanın, duada bir sığınak aramanın çekiciliğine kapıldığımı itiraf etmeliyim. Bu, 1944 yılının Ekim ayında, ölümün açıkça çok yakın olduğunu algıladığım tek anda olmuştur. Elimde bana ait kartla, çıplak arkadaşların arasına sıkışmış, kendim de çıplak, bir bakışta ya hemen gaz odasına gönderilmem gerektiğine ya da henüz çalışacak kadar güçlü olduğuma karar verecek ‘komisyon’un önünden geçmeyi beklediğim an. Bir an için yardım ve sığınak isteme gereksinimi duydum; sonra yansızlık, duyduğum kaygıya üstün geldi; maçın sonunda ya da maçı kaybetmek üzereyken, oyunun kurallarını değiştiremezsin. O durumda dua etmek saçma olmakla kalmayacak (hangi hakkı arayabilirdim? Ve kimden?), aynı zamanda bir küfür, bir müstehcenlik, inançsız bir kişinin olamayacağı denli inançsızlık olacaktı. Dua etme isteğini silip attım: aksi takdirde hayatta kalmam durumunda bundan utanç duyacağımı biliyordum.
(…)”

Primo Levi, Boğulanlar Kurtulanlar, Çeviren: Kemal Atakay, Can Yayınları, 1996, İstanbul, Sf. 121-122. (Boldlar bana ait).

Mauthausen - ispanyol cumhuriyetçiler

İspanyol Cumhuriyetçilerden bir grup, Kamptan (Mauthausen) kurtuldukları halleriyle, tarih 6 Mayıs 1945. Kısa zaman içinde hepsi öldü.

26 Ekim 1976

Canım Winnie,

Burada, böyle bir başıma, aileme duyduğum özlemi sakladığım bir maske takınmakta gayet başarılıyım, mektuplar için birisi adımı çağırıncaya kadar hiç acele etmeden beklemekte. Ayrıca ziyaretlerden sonra da hiç salmıyorum kendimi, hemen eski halime dönüyorum, her ne kadar bazen kendini buna zorlamak çok canımı acıtsa da. Duygularımı bastırmak için sürekli mücadele veriyorum; tıpkı bu mektubu yazarken yaptığım gibi.

Sen gözaltına alındığından beri yalnızca bir mektup aldım, 22 Ağustos tarihli. Ailenin durumu hakkında hiçbir şey bilmiyorum, mesela kira nasıl ödeniyor ya da telefon faturaları, çocuklarla kim ilgileniyor, masrafları nasıl karşılanıyor, çıktığında iş bulabilecek misin, hiç bilmiyorum. Senden haber alamadığım sürece burada endişe içinde kupkuru bekleyeceğim, tıpkı bir çöl gibi.

Kaç kez içinden geçtiğim Karo Çölü geliyor aklıma. Sonra Afrika’ya gidiş gelişlerimde, Botswana’da da gördüm çölü; sonsuz kum engebeleri ve tek damla su yok. Senden mektup gelmedi. Bir çöl gibi hissediyorum kendimi.

Senden ve aileden gelen mektuplar yaz yağmurlarının düşüşü gibi, bahar gibiler; hayatımı canlandırıyor ve yaşanabilir kılıyorlar.

Sana ne zaman yazsam, bana bütün sıkıntılarımı unutturan bir fiziksel yakınlığın içinde buluyorum kendimi. Aşkla doluyorum.

26 Haziran 1977

Canım Winnie,

Kızlarımız zorluklar içinde yetişti ve büyüyüp birer kadın oldular bugün. Büyüğünün artık kendi evi var, kendi ailesi için çabalıyor.

Dileklerimizi yerine getiremedik, planladığımız gibi, bir oğlumuz olmadı. Sana bir sığınak yapabileceğimi ummuştum, küçücük bile olsa bir sığınak, böylece acılı ve zorlu günler gelmeden önce birlikte dinlenebileceğimiz, güç toplayabileceğimiz bir yerimiz olacaktı,. Ben başarısız oldum ve bu şeyleri yapmayı beceremedim. Havaya şatolar inşa eden biri gibiyim.

—–

Nelson Mandela 1963’te  tutuklandığında cezası 5 yıldı: halkı kışkırtmaktan ve ülkeyi yasadışı yollardan terk etmekten. O cezaevindeyken görülen  bir davada 1964 yılında sekiz yoldaşıyla beraber müebbet hapse mahkum edildi. Aşağıdaki fotoğraf Haziran 1964’te çekilmiş. İçinde müebbet hapse mahkum edilmiş 8 militan var. Dışarıda yumruklarını görüyorsunuz.

Yukarıdaki fotoğraf ise 18 yılı Robben Adası‘nda tecritte geçen 27 yıllık esaretin bittiği gün, 11 Şubat 1990’da Winnie Mandela‘nın elini tutup kalabalıkların karşısına çıktığı gün ya da 27 yıl sonra  Winnie’yle elele tutuşup yumruklarını kaldırdıkları gün. Mektupların İngilizcesi için şurayı tıklayabilirsiniz. İyi okumalar.

İyi ki doğdun Madiba!

Sansürcübaşı

Mart 25, 2013

“(…)

Saraçhanebaşı’nda bahçe içinde bir ak konak; her gün güneş battıktan sonra bu konak kapısının çıngırağı sık sık çalınır; her çalışta kapıdan içeri elinde ya da koltuğunda tomar biçiminde sarılı kâğıtlarla bir hamal girer. Hamal yolu bilir; hiç kimseye bir şey sormadan doğru konağın kahve ocağına gider, elindeki yarı ıslak kâğıt tomarını oradaki ışığa uzatır, kendisi kahve ocağının bir köşesine çöker. Her akşam gelen hamallar iki olur, üç olur, dört olur kimi kez ona kadar çıkar. Bu hamallar gazete basımevlerinden gelirler. Konak Abdülhamit’in Basın Müdürü ve Başsansürcüsü Hıfzı Bey’indir.

Beyefendi yukarıda odasındadır; gazete provalarını, ilk gelen hamal sırasıyle Sansürcü Bey’in önüne dizerler. Hıfzı Bey hepsini okur, beğenmediği yerleri bozar, kuruntuya yol açacak şeyleri kaldırır, kimi kez üç dört sütunluk bir yazıyı baştan aşağı kırmızı mürekkeple çiziverir, ya da makalenin başına “istizan” yazar; çünkü istizan ya da soru işaretiyle gelen yazıların o gece kullanılması olacak şey değildir. Bunun için idi ki gazete basımevleri Sansürcü Bey’in konağına en az iki sayfa fazla gönderirlerdi.

İlanları bile sansürcü Bey’in görmesi zorunlu idi.

(…)

Behçet zamanında sansürcü olan Hıfzı Bey 1894’de dairede kurulan basın müdür yardımcılığına geçti, daha sonra Behçet Bey’in ayrılmasıyla müdür oldu ve denilebilir ki sansürlüğün en şiddetli dönemi bu müdürlükte başlamıştır.

Tam on beş yıl, bir gün bile ara vermeden, bin türlü tehlike ve gözdağını göze alıp gündüz Babıâlide, gece sabahlara değin Saraçhanebaşı’ndaki konağında sansürcülük yapan ve ara sıra çağrıldıkça yürek çırpıntısı ile saraya koşan bu adam, nişanlar rütbeler almış, yüksek aylığa geçmiş, çok bol bağışlara konmuştu. Zavallı adam başı taçlıların ne olduğunu anlamamış olduğu için birdenbire hastalandığı sırada her gün padişahça hatırının sorulduğu ile övünürken, hastalığının ağırlaşmasından sonra saraydan gelen giden olmadığını görerek çok üzüntüye uğramıştı; sansürcülük işi durmayacağı için daha o yatakta kıvranırken yerine adam getirilmişti.

(…)”

(Ahmet İhsan [Tokgöz], Matbuat Hatıralarım, c  I. S. 82-86) Sadeleştiren: Mehmet DELİGÖNÜL     Türk Dili, Anı Özel Sayısı, Cilt XXV Sayı 246, s.565-567, 1 Mart 1972, Ankara. (Boldlar bana ait.)

Akkonak

Tütün İşçisi Kadınlar, İstanbul, 1940, Margaret Bourke-White

“(…)

Bir gün, belki iş bulmama yardımcı olur umuduyla bir vergi dairesinde müdür olan uzak bir akrabaya uğramıştım. Bir konuğu vardı. Bizim uzak akraba konuğuna benden söz etti, üniversitede okuyabilmek için iş aradığımı söyledi. Konuk, Giresunluydu, bizim aileyi tanıyordu; benimle ilgilendi. Kemeraltı’nda bir menteşe atölyesi varmış, işçilerin başında bulunacak bir kontrolör arıyormuş: “Dersten çıkınca, öğleden sonra gelirsin. Hem derslerine çalışır, hem işçilere göz kulak olursun,” dedi. Gerçekte bana yardım etmek istediğini sezdim, “kontrolör gereksinimi” bahane gibi geldi bana. Ertesi gün işe başladım.

Lütfi abi, Hızır gibi yetişmişti. Çünkü yalnızca simit yemekten 7-8 kilo zayıflamıştım. Ayrıca, üniversitelerde dersler başladığı için Haydarpaşa Lisesi’nden [yurdundan] yol görünmüştü. Lütfi abi, bana, Saraçhanebaşı’nda, Horhor’da, bir tanıdığının evinde bir oda buldu. Küçük ahşap bir evdi. Sabah kahvaltısını orada ediyor, akşam yemeğini orada yiyordum. Kemeraltı’nda, atölyenin hemen karşısında küçük bir lokanta vardı; öğle yemeklerini orada yiyordum. Bütün bunların parasını Lütfi abi ödüyordu. Bana da arada sırada harçlık veriyordu. Dünyam değişmişti.

(…)

Lütfi abi, bir gün “Bu akşam bize yemeğe gel,” dedi. “Annem de, abim de seni tanımak istiyor.” Taksim’de Talimhane’de, şimdi yerinde yeller esen Talimhanepalas’ta oturuyorlardı. Utana sıkıla gittim. Annemden, babamdan, Giresun’dan söz ettik. Lütfi abinin annesi “Naci niye her akşam gelmiyor,” dedi. Ondan sonra her akşam gitmeye başladım. Beni aileden sayıyorlardı.

Evde iki genç hizmetçi vardı; çocukken almışlar büyütmüşler. Biri, doğulu olanı, “taş gibi” derler ya, öyle bir kızdı. Ben yaştaydı. Yüzünden, vücudundan dişilik fışkırıyordu. Bana bakışı, pek hayra alamet değildi.

Bir akşam gittiğimde evde yalnızca o vardı. Lütfi abiler, öteki hizmetçiyi de alarak, bir yere gitmişlerdi.

Yemeğimi hazırladı. Ben yerken o da beni seyrediyordu. Bir ara gülümseyerek, “Here vare mınne,” dedi. Bu sözün anlamını bilmemin olanaksızlığından emindi. Birdenbire yüzümün kıpkırmızı olmasından bile tedirgin olmamıştı. Oysa biliyordum o cümlenin anlamını! Anılardan birinde Şarapçı Mustafa dayımın çocukluğumda beni küfre alıştırdığını yazmıştım; küfrün özgünlüğüne göre harçlık verirdi bana. Erzurum Lisesi’nde okurken Kürt arkadaşlardan bana Kürtçe küfür öğretmelerini istemiştim; içlerinden biri, “Here vare mınne,” demeyi öğretmiş, “Küfrün kralı budur!” demişti. Ne var ki kime bu küfrü etsem kahkahayı basıyordu; sonunda Kürtçe bilenlerden biri kulağıma fısıldadı: “Here vare mınne,” demek, “Gel beni d.z!” demekmiş. Ve o gencecik, o her yerinden dişilik akan azgın genç kız, geçmiş karşıma bana bunu söylüyordu!..

O gece direnebilmek için neler çektiğimi ben bilirim… Ama çocukluğumda öğrendiğim bir söz vardı: “İnsan, ekmek yediği sofraya nankörlük etmez – ya da hançer sokmaz!” O söz durdurdu beni o gece.

(…)”

Anılar Kitabı, Fethi Naci, Sel Yayıncılık, Ekim 2009, İstanbul. Sf. 47-49. [Köşeli parantezi ben ekledim.Boldların vebali bana.

Dersimli Kadınlar ve Çocuklar, askerlerin Nezaretinde, 1938

Önce bu metni ilk okuduğumda aklıma hemen “Dersim mi?” sorusunun geldiğini yazayım. Kitaptaki verilere göre, Fethi Naci’nin aktardığı hikâye 1945 yılının son aylarıyla (21 Ekim 1945 Nüfus sayımından sonra) 1946’nın ilk ayları (Mart 1946’dan önce) arasında geçiyor. Fethi Naci 1927 doğumlu, yani o zamanlar 18-19 yaşlarında.

“Kürtçe konuşan Doğulu” hizmetçi kızın da aynı yaşlarda olduğunu varsayarsak (ki ben daha küçük olduğunu düşünüyorum) 1938 Dersim Katliamı’nda 11-12 yaşlarındaydı ve kim bilir ne badirelerden sonra bu devletle sıkı ilişkileri olan Giresunlu ailenin eline düştü. Somut hiçbir kanıt yok ama aklıma ilk gelen bu oldu.

Şimdi ‘Kürtçe Konuşan Doğulu Kız’ın ayıplı teklifi ve ‘Türkçe konuşan Batılı Münevver’in akıl almaz (fantezi dünyası ve) sadakati mevzusuna geçebiliriz.

Öncelikle, ‘Here vare mınne’nin ne demek olduğundan bağımsızdır söyleyeceklerim. Kürtçede bu cümleye benzer binlerce cümle olabilir ve siz yalnızca bu cümleyi biliyorsanız, bütün bu benzer cümleleri böyle anlayabilirsiniz. Hele size bu cümleyi kuran kızı beğeniyorsanız ve onu “bakışları hayra alamet olmayan; yüzünden, vücudundan, her yerinden dişilik akan azgın kız” olarak tanımlıyorsanız…

Diğer yandan, hepimiz bu ülkede büyüdük. Biliriz, bu ülkenin kızları böyledir. Yalnızca Kürt kızları mı? Hayır. Kürt olsun, Türk olsun, Çerkez, Boşnak, Arap olsun, bütün kızların, birisinden hoşlandıkları zaman hemen böyle dediklerini biliriz: “Gel beni d.z” derler hemen. Romantizmden nasiplerini almamışlardır, direk hedefe odaklanırlar. Hemen bir küfürlü konuşmalar, açık saçık sözler, yüz kızartıcı teklifler… Hele yoksullarsa, çocukken ailelerinden koparıldılarsa, anadillerinden başka bir dile mahkûmlarsa…

Aile terbiyesi alamadıklarından zahir… Neyse ki “Türkçe konuşan batılı münevver”lerimiz aile terbiyesi almışlardır da, “yüksek sadakat” duyguları “ayıp bir şey” olmasına izin vermez. Ki bana göre bu hikâyede olabilecek en iyi şey o “yüksek sadakat” duygusunun engellediği “ayıp şey”dir.

Ama işin en ayıp tarafı; bu fantezi-anı bir gazetede yayınlanıyor. Sonra bir kitaba alınıyor. Sonra toplu anılar kitabına alınıyor. On yıllardır dolaşımda. Ve hiç kimse de ‘Ya hocam bu hikâyede ayıp bir şey var ama bu ayıbın sizin anlamını bildiğinizi iddia ettiğiniz Kürtçe cümleyle hiçbir ilgisi yok,’ demiyor.

Ayıp olan bu.

Tepebaşı, 1940, Margaret Bourke-White

Selahattin Bulut

Selahattin Bulut

Diyarbakır 5 Nolu Askeri Ceza ve Tutukevi

Merhaba,

Geçen Cuma günü öğle sonrasıydı. Üstümüzdeki yağmur yüklü bulutlardan, testiyle boşanırcasına yağmur dökülüyordu havalandırmaya. Ve biz bu yağmurun altında yer yer oluşmuş su birikintileri için, yaş betonun kayganlığına aldırış etmeden yaşamadığımız çocukluğumuzun ve ilk gençliğimizin bütün bir intikamını alırcasına büyük bir coşkuyla top oynuyorduk. O esnada birden havalandırmanın kapısında elinde bir demet mektupla bizim koğuşun gardiyanı beliriverdi. Adımı okuyunca topu bırakıp koşmuşum hemen. Zarfın üstünde ismini gördüğümde yüreğimin o anki halini görmeliydin; sevinç ve heyecan karışımı bir duygulanımla göğüs kafesimi nasıl da vuruyordu. Koğuşa girmeye daha yarım saat kadar zaman vardı. Yağan yağmurun dibinde mektubunu açıp okumanın hiçbir yolunu göremiyordum. Çaresiz katlayıp gömleğimin sol göğüs cebine koydum. Yarım saatlik zaman dilimini doldurmak için tekrar oyuna girdiğimde kaleye girme sırası bana gelmişti. Bir türlü dikkatimi oyuna verip topu takip edemiyor ve gol üstüne gol yiyordum.

Nihayet o geçmek bilmeyen otuz dakika geçmiş, birer ikişer koğuşa giriyorduk. Ter ve yağmurdan adamakıllı ıslanmıştım. Üşütmemek için daha terim kurumadan üstümü değişmem, kurulanmam ve yeni bir şeyler giyinmem gerekiyordu. Ama mektubunu okumadan başka bir iş yapmam mümkün değildi. Bir an önce okumak için yatağıma çekildim hemen.

Cezaevinde yatak her şeyidir mahkûmun. Oturmak, uzanmak, dinlenmek, uyur gibi yapıp hayallere dalmak, yatıp uyumak, düş görmek, bir şeyler okumak, yazmak ve rahat rahat düşünmek için en uygun yerdir. Her bir ranza iki katlı bir ev ve her bir kat kendine ait bir oda gibidir yatak tutuklu için.

Buz gibiydi koğuşun içi. Yastığım soğuk, demir ranzam soğuk ve beton duvarlar soğuktu. Ama mektubunu bıraktığım gömleğimin sol göğüs cebi sıcaktı. Varsın bu yıl kış dilediği kadar yaman geçsin. Güneşle aramıza girsin bulutlar. Yağmurlar soğuk, kar soğuk ve önümdeki açık pencereden üstüme en amansız soğuklar estirsin rüzgâr, sözcüklerinin ve şiirlerinin sıcaklığı yeter bana. Aman mektupların kesilmesin, üşürüm sonra…

28 Eylül 1987

Hapishaneden Mektuplar “Sevgili Kardeşim…” Derleyen: Aytekin Yılmaz, Sezai Sarıoğlu, Kanat Yayınları, Nisan 2006, İstanbul. Sf. 31-32. Boldlar bana ait.

Kitapta mektubun kime yazıldığı belirtilmemiş ama mektubun yazılışından bir kaç ay evvel Diyarbakır Cezaevi’nden Eskişehir Cezaevi’ne nakil olan Hafız Akdemir’e yazılmış olma ihtimali yüksek gibi görünüyor.

Bu yüksek ihtimal fikrine, Selahatttin Bulut’un (aynı kitapta okuduğum) bir başkasına yazdığı mektupta kullandığı dilin yukarıdaki mektupla karşılaştırınca pek düz/yavan kalışından ve Hafız Akdemir’in (yine aynı kitapta okuduğum) Selahattin Bulut’a yazdığı lirizm yüklü mektuplardan yola çıkarak vardığımı belirtmek isterim. Bulut ve Akdemir arasındaki muhabbetin çok özel ve derin olduğu bilinir ama mektuplar da bunu açık ediyor.

Hafız Akdemir Mart 1991’de cezaevinden şartlı tahliye olduktan sonra, önce Yeni Ülke ardından Özgür Gündem gazetesinde çalışmaya başladı. 8 Haziran 1992’de sabah gazeteye giderken katledildi. Katili aranmadı ve bulunmadı.

Diyarbakır Cezaevi